Kendi
zamanlarından 4000 yıl daha genç, daha parlak ve daha canlı olan güneş odayı
aydınlatıyor, içlerini daha önce hiç olmadığı kadar güzel ısıtıyordu. Doğal
ışık, odanın karanlık bölmelerini de ortaya çıkartmıştı. Duvarda çizili olan
şekilleri daha fark edememişler, öncelikle nasıl gündüz olduğunu ve nasıl yer
üstünde olduklarını anlamaya çalışıyorlardı. Şaşkınlık havası bütün odayı
sarmıştı. Herkes birbirine bakıyor, açıklama yapılmasını istiyorlardı.
Diğerlerinden farklı olarak şaşırmış durumda olmayan bir tek Tayfun vardı.
Önünde,
yerde duran iki adet siyah çanta ile bir şeyler yapıyordu. Grup en başta
Tayfun’un neden bu çantaları getirdiğini anlamamışlardı. Bir şeylerin yanlış
gittiğini kemiklerine kadar hissedebiliyorlardı. Tayfun siyah çantadan bir
silah çıkarttığında şaşkınlık bir anda korkuya dönüştü.
“P90 ‘
mı o?” diye heyecanla sordu Sedat. Tayfun cevap veremeden silahı elinden alıp
incelemeye başladı. 45 mermi alan ve hafif olan bu silah çelik yeleklere karşı
90’lı yıllarda özel olarak üretilmişti. Türkiye’ de kullanım yeri ise
başbakanlık yakın koruma ekibinde idi. Sedat şarjörün dolu olduğunu gördü.
Şarjörü silaha geri takarken aklına bir soru geldi. “Silah çok güzel de, neden
ihtiyacımız olacağını anlamadım.”
Tayfun’un
kaçmaya uğraştığı açıklama bölümü gelmişti. Artık gerçeği öğrenmeleri, neden
burada olduklarını bilemeleri gerekiyordu. Kaçınılmaz sona yaklaşırken bir
silahı eline alıp kenara doğru çekildi ve konuşmaya başladı.
“Hepiniz şu anda neler olduğunu merak ediyorsunuz biliyorum ve
hepsini tek tek açıklayacağım. Fakat öncelikle beni sakince dinlemenizi ve aklınızı
her türlü ihtimale açmanızı istiyorum. Çoğu insanın imkânsız diyebileceği bir
durumdayız. Sakince dinleyecek misiniz?”
“Ben söz vermiyorum” dedi Sedat hiç beklemeden. “Bir şeyler
çevirdiğinden eminim ama hoşuma gitmezse sonucuna katlanırsın.”
“Göze aldığım sonuçları bir bilsen, bu devenin yanında pire
kalır.”
“Tamam, o zaman başla bakalım anlatmaya.” Diye atladı Yakup,
sabırsızlık sesinin tonuna hâkim bir halde.
“Peki başlıyorum. Öncelikle ilk merak ettiğiniz durumdan
başlayacağım. Neden gündüz oldu ve neden yer üstündeyiz? Bunun cevabı çok
basit. Çünkü zamanda yolculuk yaptık.”
Grubun
bunu algılaması için yarım dakika kadar bekledi. Fakat sanki hepsi bu durumu
anlamamış gibiydi. Zamanda yolculuk kavramı onların sözlüğünde yokmuş gibi
davranıyorlardı. Beklemekten sıkılan Tayfun açıklamasına devam etmeye karar
verdi.
“ Tepki vermediğinize göre anladığınızı ve bu durumu kabul
ettiğinizi varsayıyorum.”
“Kabul etmek mi dalga mı geçiyorsun sen?” Ezgi’nin sinirli
olduğu her halinden belliydi.
“Neden dalga geçeyim ki. Başka türlü bu durumu nasıl
açıklamayı düşünüyorsunuz.”
Bir
konuda haklıydı. Bu durumun başka açıklaması olamazdı. Yine de algılamak imkânsıza
yakındı.
“Nerden bilelim bunun şaka gibi bir şey olmadığını.” Bu
sefer Nihal sahneye çıkmış, kızgınlar topluluğuna katılmıştı.
“Sizlere şaka yapmaktan çok daha önemli işlerimiz var
bizim.”
Gerçekten
de öyleydi. Kuruluşun bir avuç insana şaka yapmaktan başka yapacağı tonlarca iş
vardı. Ne olurdu ki hemen inansalar diye iç geçirdi. Tabi kendisi için kolaydı.
Zaten bu tarz şeylere inanan biri olduğu için fark etmemişti. Hemen inanmıştı.
Açıklamasına devam etmek zorundaydı. Bir şekilde inanmaları gerekiyordu. Zaten
dışarı çıktıkları zaman ister istemez inanmak zorunda kalacaklardı ama
bilmedikleri bir zamana girmeden önce hazırlıklı olmaları gerekiyordu.
“Buraya gelmemizdeki amaç bildiğiniz üzere teknolojiyi ele
geçirmekti ve biz size bunun ne olduğunu söylemedik. Aslında biliyorduk. Bu
teknoloji bir zaman makinasıydı ve orada öylece bizim bulmamız için
bırakılmıştı. “
“Pekala bu söylediklerinin gerçek olduğunu kabul edelim. O
zaman neden teknolojiyi alıp merkeze götürmedik. Neden farklı bir zamana
geldik?” Güzel bir soru diye düşündü diğer gruptakiler.
“İşler burada biraz karışıyor. Amaç hiçbir zaman teknolojiyi
ele geçirmek olmadı. Amacımız teknolojiyi kullanıp 4000 yıl kadar geriye
gitmekti.”
Bu
duydukları onlara bir bilimkurgu hikâyesinden farksız geliyordu. Zamanda
yolculuk imkânsızdı bir kere, ayrıca neden biz diye düşünmekten kendilerini
alamadılar.
“Neden biz diye soracaksınız biliyorum. Müdür Gürbüz size
bunun cevabını vermedi çünkü ilk başta bilmenizi istemedik. Dünya dışı
canlılardan aldığımız bilgiler bizim tarihimizden 4000 yıl öncesinden
bahsediyordu ve biz bu bilgilerin içerisindeydik. Yani geçmişte yaşamıştık.
Biraz karmaşık geldiğinin farkındayım. Zamanla alışacaksınız.
“Biraz mı? Kulağa ne kadar saçma geldiğinin farkında mısın?
Ayrıca neden geçmişte yaşayalım ki? Aklımızdan zorumuz mu var?”
“Tabi ki de yok. En önemli kısmı burası. İyi dinlemenizi
rica ediyorum. Çoğunuzun bildiği, bulmacalarda bile çıkan Mısır tanrıları
vardır. Eski Mısırlılar bu tanrılara tapmışlar ve onların kölesi olmuşlardı.
İşte tanrı dedikleri bu kişiler, bizim bilgi aldığımız dünya dışı canlılar.
Teknolojik olarak üstün oldukları için kendilerini tanrı rolüne bürümüşler ve
tabi bizim dünyayı yöneten de güneş tanrısı Ra olmuş.”
“Güzel hikâye ama bu hala neden burada olduğumuzu
açıklamıyor.”
Sedat
doğru söylüyor diye düşündü Tayfun. Lafı uzatmamaya çalışıyordu ama en baştan
anlatması gerekiyordu. Yoksa iyice olaydan koparlar ve panik yaparlardı.
“Şimdi oraya geliyorum. Aynı bu bilgilerde nedenini
anlamadığımız bir sebepten dolayı gezegeni yok etmek istemişler ve hatta
onların veri tabanına göre şu anda burada dünya gezegeni yok.”
“Hala buradayız ama.” Dedi Ezgi gözlüğünü düzelterek.
“Evet, işte bizde burada devreye giriyoruz. Gezegeni yok
etmelerini engellemeliyiz.”
“Eğer gelecekte yaşıyorsak, zaten gezegeni yok edememişler
demek olmuyor mu? Burada bulunmamız o zaman mantıksız oluyor.”
“Öyle gibi duruyor ama eğer biz engellemezsek bunu
durduracak kimse yok. Kısacası hayatlarımız ve gelecekteki sevdiğimiz herkesin
hayatı bizim bu görevde başarılı olup olmayacağımıza bağlı.”
Grup
şimdi biraz daha sakinlemişti. Olay kendilerini ve gezegenlerini kurtarmak
olunca daha mantıklı düşünmeye başlamışlardı. Fakat daha açıklanması gereken
bir sürü şey vardı.
“Eğer gelecekte varsak bu demek oluyor ki gezegeni öyle ya
da böyle kurtarıyoruz. Kasmanın bir manası yok diye düşünüyorum.”
Bu sefer söze Yakup girdi. “ Gelecek değişebilir. Bizim
burada attığımız her adım gelecekteki birçok şeyi değiştirecektir. Yani
gezegeni kurtarmış sayılmayız.”
“Evet Yakup aynen öyle. Bu yüzden size hiçbir şeyi
açıklamadık. Eğer her şeyi biliyor olsaydınız, buraya gelmeyi kabul
etmeyebilirdiniz. “
Gerçekten
de hiç biri böyle bir şeyi kabul etmezdi. Eğer önceden söylenmiş olsalardı,
böyle bir şeyi çok saçma bulurlar ve yollarına devam ederlerdi. Tayfun ve Müdür
doğru bir karar almışlardı. En azından grup zaman yolculuğunu artık imkânsız
görmüyordu. Sonuçta buraya gelmişlerdi ve bu bir kanıttı. Şimdi sırada zaman
yolculuğunu açıklamak vardı.
“Peki, ben sana inanıyorum ama zaman yolculuğunun nasıl
olduğunu anlayabilmiş değilim ve bu dünya dışı canlılar neden bu teknolojiyi
burada bırakmışlar?”
“Aldığımız kısıtlı bilgilerden anladığımız kadarıyla
anlatıyorum. Öncelikle hepimiz evrenin her milisaniye genişlediğini biliyoruz.
Fakat bu genişlemenin hangi oranda ve hangi yöne doğru olduğunu bilmiyoruz. Bu
genişleme sonucunda evrenin kütle merkezi değişir. Kütle merkezi değiştiği için
de dünyamızın bulunduğu noktanın koordinatları değişir. Zamanda yolculuk için
ihtiyacın olan şey gideceğin yerin koordinatlarıdır. Eğer bu koordinatları tam
olarak bilemiyorsanız evrenin her hangi bir yerinde ortaya çıkabilirsiniz. Bu
yüzden de CERN ‘ de karanlık maddeyi bulmak için uğraşıyorlar.”
“Karanlık madde ne alaka ki?”
“Yapılan araştırmalara göre evreni bir anda tutan karanlık
maddedir. O olmasa şu an bizde burada olamayız. Aynı zamanda karanlık madde
evrenin genişlemesine de sebep olur. Bu yüzden onun sırlarını çözmek zamanda
yolculuk, ışınlanma gibi şeyleri de çözmek demek oluyor.”
“O zaman bu canlılar bunun sırlarını çözmüşler.”
“Tam olarak öyle değil. Onlar bu teknolojiyi yaratmamışlar.
Başka bir dünya dışı canlılar tarafından yapıldığını fark etmişler. O yüzden
burada bırakmışlar. Ne olduğunu anladıklarında karıştırmak istememişler.”
“Benim kafam çok karıştı. Bence dışarı çıkıp neler olduğunu
bir görelim.” Diye fikir sundu ortaya Sedat. Herkes onaylayınca Tayfun, gruba
silahları dağıttı. Kızlar istemediler ama bilinmeyen bir bölgedeydiler ve
yabancı bir ırkla karşılaşmaya karşı savunmalarının olduğunu bilmek içlerini
rahatlatıyordu.
Dışarı
ilk çıkan Sedat oldu. Dışarısının güvenli olduğuna kanaat getirdikten sonra
diğerlerini de çağırdı. Hepsi çıktıktan sonra yakın bir bölgeden sesler
geldiğini duydular. Oraya doğru ilerlediklerinde genç bir kızın idam edilmeye
götürüldüğünü gördüler.
“Sizce müdahale etmeli miyiz?” dedi Yakup aceleci bir sesle.
“Bence normal hayatın işleyişine karışmamalıyız. Geleceği
değiştirmemeliyiz.”
“Genç bir kızın ölümünü nasıl izleyebiliriz?”
Her
kafadan bir ses çıkıyordu. Zaten bu zamana gelişleriyle gelecek artık
değişmişti. Yapacakları tek şey gezegeni kurtarmaktı ama bu süreçte de göz göre
göre bir kızın idam edilmesini seyredemezlerdi.
Tayfun
hemen ileri atıldı ve idam bölgesine koşmaya başladı. Diğerleri de hemen
arkasından koşmaya başladılar. Cellat tam kılıcı kaldırdığında durdular ve
nişan alıp ateş açtılar.
“Hayatımızı kurtardığınız teşekkür ederim. Kim olduğunuzu
bilmiyorum ama minnettarım. Benim adım Prenses Serap. Sizler kimsiniz? Daha
önce sizi buralarda hiç görmedim.”
Prensesle
aynı dili konuştuklarına hem şaşırmış hem de sevinmiş bir halde, “ Uzun hikâye
ama sen bize koruyucu melekler diyebilirsin.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder